Trafik kazalarının sebepleri sıralamasında insan faktörünün çok yüksek oranla ilk sırada yer alması, ki yüzde 95 civarı olduğu söylenir, tamamen kendi kendine gidebilen “otonom” araçları gündeme getirdi. Düşünsenize, otomobile bineceksiniz ve “Beni eve götür.” diyeceksiniz, hiçbir kumandaya dokunmadan otomobil sizi en güvenli şekilde evinize götürecek. Hatta direksiyon ya da pedallar da olmayabilir. Yani benim deyimimle “kişisel metro vagonunuza” binip kara yollarını raylı sistem gibi kullanan bir otomobiliniz olacak.
Otomotiv dünyası özellikle son 30 yıldır bu hayalin peşinde koşup gerçeğe dönüştürmek için çabalıyor. 2000 yılında Almanya’da Bosch’un araştırma ve geliştirme pistinde kullandığım bir BMW 7 Serisi; trafik işaretlerini tanıyıp hızını ayarlıyor, önüne engel çıktığında fren yapıyor, öndeki araçla mesafeyi sabit tutabiliyordu. Yanımdaki mühendise direksiyonu çevirme dışında sürücüye pek ihtiyaç kalmamış dediğimde geliştirdikleri sistemin en önemli sorununun trafik lambalarını tanıyamaması olduğunu söylemişti çünkü trafik lambalarının bir standardı yok. Yükseklik, renk tonu ve yukarıdan aşağıya ya da yan yana dizilen versiyonları olduğu için trafik ışıklarında sürücüye ihtiyaç olduğunun altını çizmişti. O günden bu yana köprünün altından çok sular aktı.
Otonom otomobil hayalinin 1950’li yıllara kadar gittiğini, o yıllarda Amerikalı otomobil üreticilerinin bu konuyla ilgili çalışmalar yaptığını ama elektronik sistemler henüz icat edilmediği için başarılamadığını da söyleyeyim.
Günümüzde gayet iyi çalışan aktif güvenlik ve sürücü destek sistemleri var. Örneğin;aktif hız sabitleme, stop-start fonksiyonlu aktif şerit takibi, aktif acil frenleme, çapraz trafik uyarısı gibi birçok sistem otonom sürüşe giden merdivenin basamaklarını oluşturuyor. Artık bu donanımlara sahip modern otomobillerde otoyolda direksiyonu bile sadece dokunarak tutmak dahi yeterli olabiliyor. Çünkü otomobil sizin ayarladığınız hızda, şeridin içerisinde kalarak, otoyol virajlarını kendi dönerek, gerektiğinde yavaşlayıp hızlanarak hatta şeridin içerisindeki konumunu bile koruyarak gidebiliyor. Üstelik bunu normal şiddetteki yağmurda bile başarabiliyor yani İstanbul’dan Ankara’ya ya da İzmir’e kadar elinizi direksiyonda tutarak seyahat edebiliyorsunuz. Eski bir test pilotu ve hafiften yarışçı olan ben bile bu sistemlere ısınmaya başladım. Şehir içinde de öndeki araçla mesafeyi sabit tutma, ani bir engel çıktığında (araç, insan, hayvan vs.) tamamen durabilme gibi birçok avantajı da yaşatabiliyor.
Peki, tam otonom araçlara doğru giderken başka sıkıntılar yok mu? Tabii ki var. Otonom sistemlerin çalışabilmesi için yol çizgilerinin eksiksiz olması ya da o görevi görecek (örneğin; elektromanyetik işaretleme) yeni sistemlerin kurulması gerekiyor. Trafik ışıklarının araçlarla konuşması, elektronik sistemlerin hava şartlarından etkilenmemesi (örneğin; karlı havalarda kameraların ve sensörlerin hatasız çalışması), araçların birbirleriyle konuşması gibi birçok teknolojiye ihtiyaç var. Bilim adamları bu sorunların üstesinden gelmek için çalışıyor ama bir başka sorun daha var ki çok daha sıkıntılı: Hukuki sorumluluk. Otonom bir araç kaza yaparsa sorumlu kim sorusunun henüz cevabı yok. Araç sahibi olamaz çünkü aracı o kullanmıyor. Bu durumda otomobil üreticisinin sorumlu olması lazım ama iki otonom çarpışırsa hangisi suçlu sorusu ayrı, biri otonom diğeri insanın kullandığı araç çarpışırsa sorusu ayrı çözümlenmeli. Tabii sigorta şirketleri de bu sorunun paydaşlarından biri.
Teknoloji güzel ama sorunu da bol; en azından her şey yerine oturana kadar...
Instagram: @halitbolkan
0 Yorum